Yeni yıl, yeni umutlar, yeni hedefler… Ve bir kez daha tartışmasız gündemimizin zirvesinde yer alan asgari ücret tartışmaları. 2025 yılı itibarıyla asgari ücret 17 bin 2 TL 12 kuruştan 22 bin 104 TL’ye yükseldi. Günlerdir bu rakamın tartışması yapıldı... Ancak perde arkasında, bu artışın Yeniden Değerleme Oranı ve ekonomik gerçekliklerle karşılaştırıldığında oldukça yetersiz kaldığını görüyoruz. Gelin, bu görünüşteki “artışın” halkın cüzdanına yansımasını mercek altına alalım.
ASGARİ ücretteki artış oranı yüzde 30.01. Peki, Yeniden Değerleme Oranı ne kadar? Tam yüzde 43.93. Bu ne anlama geliyor? Yeniden Değerleme Oranı, devletin, vergi, harç ve ceza gibi gelir kalemlerini fiyat artışlarına göre güncellediği bir göstergedir. Bu oran, enflasyonun ve hayat pahalılığının bireylerin üzerindeki etkisini bir ölçüde yansıtır. Başka bir deyişle, fiyat etiketleri en az yüzde 43.93 oranında artacaksa, çalışanların maaşlarının da bu oranda artması gerekir ki en azından geçen yılki alım gücü korunsun. Ancak burada açık bir uçurum var: Maaşlar yüzde 30.01 artarken fiyatlar yüzde 43.93 artıyor.
Bu tablo, çalışanların cebine giren her ek liranın, markette veya faturada neredeyse yarı yolda buharlaştığını gösteriyor. Halk kârda mı zararda mı sorusunun cevabı oldukça net: Zararda. Hem de çok ciddi bir zararda.
Ekonomik veriler her zaman kuru rakamlarla ifade edilmez. Gelin bunu daha insani bir zemine taşıyalım. Asgari ücretlinin aldığı maaşla yapabileceği şeyleri düşünelim: Kirayı ödemek, mutfak alışverişini tamamlamak, faturaları kapatmak, çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak. Tüm bu kalemlerde fiyatlar katlanarak artarken, maaş artış oranının bu artışları karşılayamaması demek, asgari ücretlinin yaşam standardının her yıl biraz daha düşmesi demektir.
Bugün 22 bin 104 TL alan bir çalışan, geçen yıl 17 bin 2 TL 12 kuruş ile alabileceği birçok temel mal ve hizmetten mahrum kalacak. Çünkü yeni maaşı, fiyat artışlarının hızına yetişemiyor. Bu fark, alım gücündeki erimeyi gözler önüne seriyor.
Asgari ücret, salt bir rakam değildir. İnsan onuruyla yaşamanın ve çalışmanın asgari bir standardını ifade eder. Ancak Türkiye’de bu ücret, “asgari geçim” düzeyini bile karşılayamayan bir rakama dönüşmüş durumda. Çalışan, alın terinin karşılığını almayı bırakın, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale geliyor.
Bunun sonucunda, işçinin haysiyetine yönelik derin bir darbe ortaya çıkıyor. Daha fazla mesai yapmak, ek işler bulmaya çalışmak ya da borç batağına saplanmak, birçok asgari ücretli için zorunluluk haline geldi. Böyle bir düzen, sürdürülebilir olmaktan çok uzaktır.
Asgari ücretlinin cebindeki para erirken, devletin Yeniden Değerleme Oranıyla artırdığı vergi, harç ve cezalar, gelir kalemlerini şişiriyor. Bu ekonomik politika, çalışan kesimi “fedakârlığa” zorlarken, devletin gelirlerini garanti altına alıyor. Diğer yandan, işverenler üzerindeki maliyet baskısı da artıyor ve bu da zincirleme bir şekilde ekonominin diğer aktörlerini etkiliyor. Sonuç: Çalışan kaybediyor, işveren sıkışıyor, devlet kazanıyor.
Bu kısır döngüyü kırmak için gerçekçi, sürdürülebilir ve adil bir ücret politikasına ihtiyaç var. Asgari ücretin, Yeniden Değerleme Oranının altında bir seviyede artırılması, çalışanları her geçen gün daha büyük bir ekonomik uçurumun kenarına sürüklüyor. Oysa hedef, bu maaşları enflasyon karşısında korumak ve insanların onurlu bir yaşam sürmesini sağlamak olmalı. Çözüm önerileri şunlar olabilir:
Asgari ücret artışları, yıllık enflasyon oranlarının altına düşmemeli.
Asgari ücretten alınan vergiler sıfırlanmalı ya da minimize edilmeli.
Temel gıda ve barınma gibi alanlarda fiyat artışlarını kontrol altına almak için etkin politikalar geliştirilmeli.
Asgari ücretteki artış oranı ile Yeniden Değerleme Oranı arasındaki uçurum, sadece ekonomik bir sorun değil; aynı zamanda sosyal adaletsizlik ve siyasi bir kırılma noktasıdır. Çalışan kesim, emeğinin karşılığını almadığını, alım gücünün her geçen gün eridiğini hissediyor. Bu duygu, toplumun ruhunda derin yaralar açıyor.
Unutulmamalıdır ki, bir ülkenin ekonomik gücü, sadece rakamlarla değil, halkının refahıyla ölçülür. Refahın temel taşı ise emeğin adil bir şekilde karşılanmasıdır. Halkın dayanma gücünün sınırlarına yaklaştığı bu dönemde, yetmeyen zammın yarattığı zararın telafi edilmesi, bir lütuf değil, bir zorunluluktur.
Kalın sağlıcakla...