Elbette ölüm, doğamızın en doğalı ve kaçınılmazı, ama işin içine ihmaller girince acımız, öfkemiz de bir o kadar artıyor…
Ekmek parası kazanmak için madenlere girer, ölürüz,
Mutlu bir hayat kurma hayaliyle evlenir, cinayete kurban gider ölürüz,
Hastanede şifa dağıtırken, saldırıya uğrar ölürüz,
Okulda bilim yayarken, kör kurşuna kurban gider ölürüz,
Sokakta yürürken eski sevgili, eski eş saldırısına uğrar ölürüz,
Bir maganda yoldan silah sıkar, evimizde oturduğumuz yerde ölürüz,
Trene biner, kusurlu raylardan dolayı meydana gelen kazada ölürüz,
Baret takmaz, iş güvenliği almaz, çalıştığız iş sahasında kaza geçirir ölürüz,
Bayram tatilinde yola çıkar, kaza yapıp ölürüz,
Ekonomik sıkıntılar, mobbingler, olumsuz hayat şartları der, bir hata yapar, hayatımıza son verir ölürüz,
Maça, konsere, eğlence mekanlarına gider, olay çıkar ölürüz,
Biç beklemediğimiz bir anda terör saldırısına uğrar ölürüz,
Taksiye yolcu alır, saldırıya uğrar ölürüz,
Şoför uyur, kaza yapar, ölürüz,
Bataklığa bina diker, malzemeden çalar apartmanlar yaparız, depremlerde ölürüz,
Çay üzerine ev yapar, su baskınında ölürüz,
Çorumuzu, çocuğumuzu, sevdiklerimizi yanımıza alıp, tatile gideriz, otelde yanarak ölürüz,
Bunların her biri kader mi, değil mi? Tartışılır. Ama yaşananlar coğrafyanın bir cilvesi değil. Bunlar, önlem almayan, denetim yapmayan, liyakati yok sayan bir sistemin, görmezden gelinen ihmaller zincirinin sonucu. Her can kaybı, sistematik bir çöküşün, insan hayatına verilen değersizliğin birer aynası.
“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” der Albert Camus. Nasıl öldüğümüze bakın: madenlerde, otobüs ve tren kazalarında, depremlerde, yangınlarda, sel baskınlarında, kadın cinayetlerinde, terör saldırılarında, rastgele sıkılan kurşunlarla. İnsan canının bu kadar kolay tüketildiği bir ülkede, yaşamın değeri ne olabilir ki?
Ölüm nedenlerine bakmak, yaşadığımız sistemin ne kadar çürük olduğunu bir kez daha suratımıza çarpıyor. Her ölüm, bir başka ihmali, bir başka kusuru ortaya çıkarıyor. Ve biz, her ölümde bir kere daha ölüyoruz.
Hayatlarımız pamuk ipliğine mi bağlı? Olmamalı... Kaderci bir toplum olarak ölümlerimizi kanıksıyor, “oldu bir kere” diyerek susuyoruz. Ancak şunu unutmamak gerekiyor: İnsanın yaşam hakkı kutsaldır ve bu hakkı savunmak devletin birincil görevidir. Bu coğrafyada bir çocuğun gülüşü, bir işçinin baretindeki ter, bir annenin bir kadının duasındaki umut, insanımızın yaşama sevgisi kadar değerli hiçbir şey yok. Eğer bu değerleri yaşatamıyorsak, kendimize “Yaşıyoruz” demek bile fazla gelir.
Belki bir gün, bu topraklarda ölmek değil, yaşamak konuşulur hale gelir. Belki bir gün, ölüm haberlerinden değil, yeni başlangıçlardan bahsederiz. Ama o gün gelene kadar, biz ölülerimize bakmaya, onların hikayelerinde kendi ihmallerimizi ve sorumluluklarımızı görmeye devam edeceğiz.
Kalın sağlıcakla...